
İnsan ölçülemeyen ve gözlemlenemeyen kavramların, objelerin
gerçekliğini reddedecek olsaydı, bu hayata dair birçok kavramı silmek zorunda
kalırdı. Bununla birlikte, hayatın ilginç yönlerinden biri de gözlemlenemeyen
kavramların, gözlemlenemeyecek kadar güçlü olmasından kaynaklanır; bu
kavramların insan hayatında köklü ve sarsılmaz konumları vardır. Adalet, hırs,
intikam, ihtiras, aşk; bu kavramların, duyguların hiçbiri ölçülemez ve
gözlemlenemez. Ama zaten bu kavramlar, bu güçlerini kendi içlerindeki
sınırsızlık ve aşkınlıktan alırlar.
Peki, içinde bütün bu kavramları bulunduran aşk neden bu
kadar güçlü ve sarsıcıdır? Neden en güçlü iradeleri, en güçlü kişilikleri bile
kör edecek kadar etkilidir? En nihayetinde, kusursuz ve mükemmel gözüken her
şey karşılığında bir bedel alır. Freud'un dediği gibi, uygarlığın bedeli bile
nevrozla ödenir. Aşk ise bu tutkunun, şehvetin karşılığında kesinlikle bir
takım bedelleri ödetecektir. İnsanlık tarihini bu açılardan incelediğimizde,
Kleopatra ve Roma Generali Marcus Antonius (Antony) aşkı, aşkın tutkusu,
dengesizliği ve yıkıcılığına güzel bir örnektir.
Kleopatra, Antony'yi etkilemek için çeşitli partiler ve lüks
hediyeler düzenledi. Bununla birlikte Antony, Kleopatra'nın cazibesine kapıldı
ve yıkımla sonuçlanacaklarını bilmedikleri bir aşk hikayesini başlattılar. Bu
ilişki, politik ve askeri karmaşaları da beraberinde getirdi. İlerleyen süreçte
Antony, Romalılar arasında popülerliğini kaybetmeye başladı ve Roma
İmparatorluğu'nun gerçek lideri olarak kabul edilen Octavian ile çatıştı.
Octavian, Antony'nin Kleopatra ile olan ilişkisini propaganda malzemesi olarak
kullandı ve Antony'yi Roma'ya ihanetle suçladı. Sonunda, Roma ve Mısır
arasındaki çatışma, Aktium Muharebesi ile doruğa ulaştı. Antony ve Kleopatra,
Octavian'ın güçlü donanmasına karşı savaştılar, ancak yenildiler. Bu yenilginin
ve aşkın bedeli ise intiharla ödendi. Kleopatra, kendisini bir yılanın
sokmasıyla öldü ve Antony, yaşamına kılıçla son verdi. Ve aşkın bedeli ölümle
ödenmiş oldu.
Belki de her aşk yıkıcı değildir. Ama her aşk kalıcı da
değildir. Bu bakımdan insan kendi mutluluğunu ve varoluşunun değerini hiçbir
zaman bir kavrama bağlamamalıdır. Bu kavram aşk olsa bile. Ayrıca aşk dediğimiz
kavram ne kadar gerçektir, ne kadar sahicidir? Gerçek aşk dediğimiz şey nedir?
Bu sorular kafamı kurcalarken aklıma ani bir şekilde Divan edebiyatı dönemi
eseri olan "Leyla ile Mecnun" geldi. Birbirine aşık ama bir türlü
kavuşamayan Leyla ile Mecnun'un hikayesinde, Leyla'yı ailesi başka birisiyle evlendirmeye
karar verir. Bunu kaldıramayan Mecnun ise kendini çöllere atar. Mecnun çöllerde
aşkın gerçek kaynağını ve özünü bulur. Kendi aşkını hem maddeden soyutlar hem
de bu evrene, evrenin işleyişine ve sonsuz aşkınlığına aşık olur ve içindeki
ilahi sevgiyi ve aşkı keşfeder. Aslında aşk bir dönüşüm geçirmiştir. Veya belki
de gerçek aşkı ve gerçek anlamı bulmuştur.
Bütün bunları düşünürken, belki gerçek aşkın tanımını yapamayız. Fakat mutlak mutluluğun aşkta aranmaması gerektiğini söyleyebiliriz, çünkü hayatta kesintisiz ve mutlak mutluluk yoktur. Bu süreçte önemli olan ise bu hayat yolculuğunu olabildiğince farkındalık dolu ve anlamlı yaşayabilmektir. Herkesin yaşamındaki bu yolculuğu sürdürürken hayatına anlam ve değer katabilmesini ve bir Mecnun olup kendi aşkını bulabilmesini ümit ediyorum; o aşk diye tanımladığınız ve anlamlandırdığınız her ne ise.
#kayseripsikolog
kayseri psikolog